5 Kasım 2010 Cuma

Obama, toplumsal hareketler, ve rutin siyaset

Merhaba,
Bugün posta kutuma düşen bir yazıyı paylaşmak istedim sizinle. Haftaya derste Amerika'da toplumsal hareketler ve çıkar gruplarını konuşacağız. Her zaman olduğu gibi kısaca. Ama siz desrte konuşulanlarla sınırlı kalmayın. Bu blog bunun için var.  Bağlantısını verdiğim yazı da toplumsal hareketlerin siyasal gündemi nasıl değiştirebildiği üzerine. Yazi Obama döneminde toplumsal hareketlerin yokluğunun nasıl Obamayı Kongre'de ki Cumhuriyetçi çoğunluğun vergi gündemine hapsettiğini tartışıyor ve bununda Obama ve partisinin seçim yenilgisine yol açacağını.  

http://www.opendemocracy.net/5050/ruth-rosen/us-election-2010-obama-lost-terms-of-debate-and-large-segment-of-white-women?utm_source=feedblitz&utm_medium=FeedBlitzEmail&utm_content=201210&utm_campaign=0

1 Kasım 2010 Pazartesi

Amerikan kongresi ve yasa yapma süreci.

Derste kısaca anlatttım ve yüzler pek bir gölgelendi. Onun için buraya da yazıyorum.

Bir yasa önerebilme yetkisi Amerikan hükümetinde sadece senatörlere aittir. Yasayı öneren senatör yasanın sponsorü olur. Bir yasa önerisi kongre kayıtlarında yer aldığı anda resmi olarak yasa önerisi haline gelmiş olur. Yasalar kalıcı ya da geçici olarak kurulmuş komitelere gönderilirler. Komite eğer onaylarsa daha detaylı incelenmesi için yasa önerisini alt komiteye gönderir. Eğer göndermezse yasa hasır altı edilmiş olur. Alt komite ise ya yasayı yeniden düzenleyerek incelenmesi için ya komiteye geri gönderir ve yasanın yasalaşma süreci devam eder ya da yasa bu sefer alt komite tarafından hasır altı edilir.  Alt komitenin raporu komite tarafından detaylı bir şekilde incelenir. Komite yasa üzerine bir rapor hazırlar. Hazırlanan raporda yasanın amacı, diğer yasalarla olan uyumu gibi konular yer alır. Rapor yayınladıktan sonra tartışmaya açılır. Lehte ve aleyhte konuşmalar yapıldıktan sonra, yasa oylanır. Eğer yasa kabul edilirse diğer kamaraya (örneğin eğer yasayı ilk oylayan senato ise temsilciler meclisine) onay için gönderilir ve süreç yeniden başlar.  

Size muhtemelen karmaşık ve sıkıcı gelen bu süreç Amerikan hükümetinde pekçok farklı süreci etkilemekte. Bu süreçlerin en önemlilerinden birisi baskı grupları ve lobilerin yasa yapma sürecindeki etkisi. Bu etkiyi yasa yapma sürecini göz önünde bulundurarak nasıl açıklarsınız?

Türkiye neden başkanlık sistemini tartışıyor?

Merhaba,
Geçen hafta Uluslararası İlişkiler Klubü Türkiye ve Başkanlık Sistemi paneli yaptı. Ben de orada yaptığım konuşmanın metnini bloga koymaya karar verdim. Bu konuşmada yer alan pekçok şeyi derste daha ayrıntılı başka ülke örnekleri üzerinden konuştuk, ama bu da benim sizinle paylaştığım Türkiye'ye dair yorumum olsun.
--
Parlementer sistem yürütme/ hükümet otoritesinin parlamentoya, yani meclise dayandığı sistem. Hem yasama hem yürütme aynı seçim sürecinin ürünü. Yani yürütme yasamanın içerisinden seçiliyor. Biz buna güçler birliği sistemi diyoruz.

Başkanlık sistemlerinde yürütme yasamadan bağımsız. Hem yürütmenin başı olan başkan hem de yasama organı ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız bir biçimde doğrudan halk tarafından seçiliyor. Dolayısıyla he iki organında kendi demokratik meşruiyetleri var. Başkanlık sisteminin ikinci temel özelliği hem başkan hem de yasama organının birbirinden farklı ama belirli dönemler için seçilmeleri. Bu iki nedenden dolayı bu sistem güçler ayrılığı sistemi olarak adlandırılıyor. Son temel ve ayırıcı özelliği ise başkanın neredeyse tek başına yürütmeyi temsil etmesi. Yani yürütme erkinin bir kişide toplanması söz konusu.

Bu kısa tanımdan sonra şu notu düşmek istiyorum: bütün parlementer rejimler ya da bütün başkanlık rejimleri aynı şekilde işlemezler, en önemlisi hem parlamenter sistemlerde hem başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme arasındaki güçler dengesi her ülkede farklılık gösterir.  Bunun temel nedeni, her kurumsal yapının, başka kurumsal/ sosyal/ ekonomik yapı ve süreçlerle etki içerisinde olmasıdır.

Dolayısıyla bu tarz bir değişiklik yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl bir hal alacağını tam kestirebilmek kolay değil. Ben daha kola yolu tercih edeceğim. Türkiye’de başkanlık sistemi neden tartışılıyor sorusu üzerinden gideceğim. Elbette bu tartışmanın gündemimize nasıl girdiğini biliyoruz, ama bundan bir adım geriye gitmemiz ve siyasal aktörlerin başkanlık sistemini önerirken bu sistemin hangi temel özelliklerini parlamenter sisteme göre daha avantajlı gördüklerini ve parlamenter sistemde neyi bir sorun algıladıklarını sormamız gerekiyor. Eğer bunu yaparsak bu sistemin var olan endişeleri giderici olup olmayacağını daha rahat tartışabiliriz diye düşünüyorum.

Görünen o ki başkanlık sisteminin parlamenter sisteme bir alternatif olarak önerilmesinin pek çok nedeni var, sırayla gideyim :

1 ) Yürütmenin gücünün arttırılması isteği.

Bugün Türkiye’yi yöneten siyasal aktörlerin varsayımı başkanlık sisteminde yürütmenin gücünün parlamenter sistemlere göre daha fazla olacağı yönünde..Yani zaten güçlenmiş olan yürütmenin daha güçlendirilmesi arzusu gibi bir gündem var ortada. Türkiye’de son yılarda gerçekleşen bütün bu yapısal/ kurumsal düzenlemeler aslında bu güçlendirme isteği ile yakından alakalı. Aslında bu eğilim yalnız Türkiye’de geçerli değil, dünyada da giderek yaygınlaşan, demokratik dengeleri ve kurumları dönüştüren bir eğilim.


Ben kendi adıma yürütmenin bu derece güçlendirilmesinin bir sorun olduğunu düşünüyorum, ama bu çekincemi bir kenara bıraksak bile, gerçekte başkanlık sistemlerinin yürütme güçlendirip güçlendirmediği bir muamma. Bu meseleye biraz sonra döneceğim.

Öyle görünüyor kı başkanlık sisteminin önerilmesinin ikinci nedeni şu:

2) Parlementer sisteminin istikrasızlık yarattığı ve kararların yavaş uygulandığı yönündeki inanç.  

Özellikle Türkiye’de bu inanç diğer pek çok ülkeye nazaran çok yüksek.

Neden çünkü yakın siyasi tarihimiz kurulup/ dağılan koalisyon hükümetleri ile dolu. Özellikle doksanlı yıllar son derece travmatik. Hükümetlerin kurulmasının aylar aldığı, koalisyon hükümetlerinin işlemediği, kurulan koalisyon hükümetlerinin çarçabuk dağıldığı yıllardı bu yıllar. AKP hükümeti 1991’den sonra, yani on yıllık bir aradan sonra, ilk kez tek başına hükümet kurmayı başarabildi. Ama AKP’nin halihazırda parlamentoda sahip olduğu çoğunluğu daha ne kadar sürdürebileceği belirsiz. 

Dolayısıyla siyasal aktörlerin parlementer sisteme dair hafızası onları parlementer sistem ile istikrasızlık kavramını yan yana düşünmeye itiyor.

Biraz sonra parlementer sistemin gerçekte daha istikrasız olup olmadığı meselesine tekrar değineceğim.

Üçüncü neden olarak benim gördüğüm şey şu:

3) Kurumsal izomorfizm. Daha basit ifade gerekirse ülkelerin daha başarılı işliyor gibi gördükleri diğer ülkelerin sistemlerini taklit etmesi.

Bu noktada tabii hepinizin bildiği gibi Amerikan sisteminin başkanlık sistemi olması, sistemin iyi işliyor gibi gözükmesi, Amerika’nın bu sistemle kendi demokratik yapısını devam ettirebiliyor olması gibi nedenler Türkiye siyasi elitlerinin bir kısmının sistemin burada da iyi işleyebileceği kanısına varmalarına yol açıyor.

Oysa her kurumsal yapı başka kurumlarla birlikte var olur, üstelik sadece kurumlarla var olmaz, o ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, kültürü, iktidar yapısı ile etkileşim içinde başka bir şey haline dönüşür.

Tabii ki kurumsal eşbiçimlilik sürecinin işlemesi önerilen kurumsal değişikliğin öneriyi yapan siyasi elitlerin projelerine de uygun olduğu durumlarda geçerli.

Tam da bu neden kanaatimce bizi dördüncü ve son nedene götürüyor:

4) Bugün Türkiye’de yürütme aygıtını elinde bulunduranların benimsendiği demokrasi modelinin çoğunlukçu bir demokrasi modeli olması.

Sizinde bildiğiniz gibi birbirinden farklı demokrasi modelleri var.

En temel karşıtlık burada çoğunlukçu ve çoğulcu modeller arasında yapılabilir. Çoğulcu modeller demokrasiyi çok basitçe ifade edersem bir uzlaşma siyaseti olarak görürken, çoğunlukçu modeller demokrasiyi çoğunluğun iradesinin siyasal alanda tecelli etmesi olarak görüyor.

Siyaset bilimini klasik yargısı bu demokrasi modellerinin aşağı yukarı denk düştüğü kurumsal modellerin olduğu. Çoğulcu modeller daha ziyade nisbi temsil ve parlementer sistemleri kullanırken, çoğunlukçu modeller çoğunlukçu temsil ve başkanlık modellerini kullanıyorlar.  

Bütün bu nedenler bir araya geldiğinde başkanlık sistemini önermemek imkansız gibi duruyor.

Ama ben şimdi geriye gidip bu nedenlerin üzerinden başkanlık sisteminin diğer ülkelerde ki performansının ne olduğuna bakmak istiyorum. Temel hedefim size şunu göstermek, Türkiye’nin özel koşullarını bir kenara bıraksanız bile aslında başkanlık sistemi bize vaat ettiklerini gerçekleştirmeye muktedir bir sistem değil.  

Öncelikle ilk nedenden başlayalım:

1) Bütün diğer koşullar aynı olmak kaydıyla, başkanlık sistemlerinde gerçekten yürütmenin gücü parlementer sistemlere göre daha mı fazla? Ya da şöyle ifade edeyim: başkanlık sistemlerinde yürtümenin karar alma ve aldıkları kararları uygulama süreci daha hızlı ve etkin mi?

Bunun cevabı bunun kesin bir cevabının olmadığı olabilir ancak.

Başkanlık sistemlerinde yürütmenin kararları hızlı ve etkili alabilmesinin temel koşulu başkanın ve yasama organındaki çoğunluğun aynı partiden olması.

Dolayısıyla başkanlık sisteminde dahi yasa yapabilmek, karar çıkarabilmek için dahi hala parlamenter çoğunluğa muhtaçsınız.

Başkan ve parlamentonun aynı partiden olmadığı durumlarda yasaların parlamentodan geçmesi yavaşlıyor ve hatta kimi zaman mümkün olamıyor.

Üstelik parlementer sistemlerde parlamentoda çoğunluğa sahip bir ülkenin başbakanı herhangi bir başkanlık sistemindeki ülkenin başkanından daha fazla güce sahip olabilir.

Dolayısıyla başkanlık sistemi ile yürütülen ülkelerde yürütmenin hızlı ve etkili karar alması durumu bir mit.

Üstelik istatistikler gösteriyor ki parlementer sistemin egemen olduğu ülkelerde parlementelorda partilerin çoğunluk sağlama oranı başkanlık sistemlerine kıyasla daha yüksek.  

Buradan yola çıkarak ikinci nedene de değinebilir. Yani parlementer sistemler başkanlık sistemlerine göre daha mı istikrasız?

Bu inancı destekleyecek de herhangi bir veri yok, hatta tam tersi veriler var.

Doğru başkanlık istemlerinde yürütme bir kişide somutlaştığı için yürütme organının görevi o kişi ölene ya da ülkesine ihanet etmesi gibi gerekçelerle azl edilmediği sürece devam ediyor.  Oysa parlementer sistemlerde kurulan koalisyonlar kolaylıkla dağılabiliyor.

Ama bu istikrarın bir ölçütü mü yoksa sistemin esnekliğinin bir ölçütü mü ondan emin değilim.  Eğer bu istikrarının bir ölçütü ise, bana göre son derece kısa dönemli ölçütü, özellikle ciddi bölünmelerin yaşandığı ülkelerde –etnik ya da dini, ki biz de her ikisi de var- parlementer sistemlerin ülkeyi bir arada tutma şansı daha fazla.  Niye çünkü farklı gruplar iktidardan dışlanmadıklarını hissettikleri sürece sistemin içerisinde kalırlar.

Oysa başkanlık sisteminin hem çoğunlukçu hem partizan yapısı –bu tarz bir bir arada durma misyonuna çok cevap verebilecek nitelikte değil. Başkanlık sisteminin çoğunlukçu bir yapısı var, çünkü neticede kazanan her şeyi alır prensibi üzerinden hareket ediyor ve demokratik süreci ya hep ya hiç süreci haline getiriyor. Başkanlık aynı zamanda partizan bir sistem çünkü bütün yürütme gücünü elinde tutan başkan bir partiden geliyor olacak. Popüler bir başkan ve onu destekleyen talepkar bir kitle arasındaki ilişki dışarıda bırakılanlar üzerinde korku yaratma ve dolayısıyla gergin bir politik iklim yaratma olasılığı çok yüksek. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik bölünmelerin keskin olduğu, parti sisteminin merkezde buluşmadığı, seçmen kitlesinin çok parçalı olduğu ülkeler için başkanlık sistemi bir problem.

İstikrasızlığı yaratan bir diğer unsur ise bir önceki nedende bahsettiğim süreçle yakından alakalı. Yani başkanla parlamentodaki çoğunluk aynı partiden olmazsa ne olacak. Bir yasa geçirmeniz lazım, ama parlamento ayak diriyor. Kurumsal bir kilitlenme var. Bu tarz tıkanıklıklar hareket etmek için birbirinin desteğine muhtaç olan yasamayı  ve yürütmeyi fiilen etkisiz hale getirebilme potansiyeline sahip. Böylesi tıkanıklıklar olağanüstü hal ilan edilmesini, siyasete askerin müdahalesini, askeri darbeleri daha olası hale getiriyor. Örneğin Latin Amerika’da ki darbe süreçlerinin tam da bu kurumsal tıkanıklık üzerinden olduğunu iddia edenler var. Yani başkanlık sisteminden demokrasinin karşı tarafına (diktatörlük) sıçramanın daha kolay olduğunu iddia etmek mümkün. Bu tabii ki koalisyonların yıkılmasına göre daha istisnai bir durum, ama istisnai olması başkanlık sistemini daha istikrarlı hale getirmiyor.

Kısacası şunu söylemek hiç de abartı olmaz: parlementer sistemler dünyada genelde demokratik düzeni yaşatmak açısından başkanlık sistemlerinden daha başarılı olmuşlardır.

Buradan üçüncü neden olarak gördüğüm sürece atlamak istiyorum:

Yani başarılı gibi gözüken Amerikan sisteminin etkisi:

Maalesef bütün kurumsal eşbiçimlilik eğimlerinin göz ardı ettiği şey, kurumların büyük bir siyasi/ toplumsal/ ekonomik yapı içinde var oldukları.  Siyaset biliminin önemli tartışmalarından biri siyasal sistemlerin ögeleri arasındaki etkileşimdir. Eğer başkanlık sistemine geçmek istiyorsanız parti sisteminden, seçim sistemine kadar her şeyi yeniden ele almanız gerekir.

Amerikan başkanlık sistemi işliyor, çünkü istikrarlı bir siyasal parti sistemi var. Üstelik bu istikrarlı siyasi parti modelinde siyasi partilerin iç disiplini yok. Yani siyasi partiler daha gevşek yapılar. Siyasi parti liderleri yok. Başkanlar başkan oldukları sürece kendi partilerinin lideri gibi oluyorlar, sadece o kadar, ama onlar bile senatörlerin yeniden seçilmesine engel olamıyorlar.

Dolayısıyla bu ne sağlıyor? Başkan ve parlamentonun çoğunluğu aynı partiden olması gerekmiyor. Yani parlamento da verilen oy bir dereceye kadar kişisel bir oy olduğu için farklı bir partiden bir başkanın diğer partinin tamamını olmasa bile belirli yasalar söz konusu olduğunda diğer parti üyelerinin bir kısmını ikna etmesi mümkün.

Üstelik seçim sisteminin büyük oranda yapısal bir sonucu olarak sistem iki partili, dolayısıyla çok partili bir sisteme göre başkanın ve parlamentoda ki çoğunluğun aynı partiden olması ihtimali daha yüksek. Buna bir de şunu eklemek istiyorum Amerikan siyasi partileri merkezde buluşmuş durumda, toplumsal uzlaşmazlıklar büyük ve derin meseleler üzerinden değil. Kaybeden taraf dört yıllık bir başka partinin yürütmedeki mutlak egemenliğini daha kolay kaldırabiliyor. Çünkü kendi durduğu nokta varlık ve yokluk arasında görmüyor.

Amerikan sistemine dair bir diğer önemli nokta ciddi bir fren ve denge sisteminin var olması. Yani yasama, yürütme ve yargı karşılıklı olarak birbirini denetliyor, hiçbiri bir diğerinin çok fazla güçlenmesine izin vermiyor. Her birisi güçlü ve özerk. Bu fren ve denge sistemin siyasetin başkanlaşması ile başkan lehine bozulduğuna dair pekçok tartışma var ama sistemin en azından kurumsal yapısı hala böyle.

Son olarak bunlara sistemin federal yapısının çoğunluk etkisini dengeleyecek yapısını eklemek lazım. Yani Amerika federal, her eyaletin kendi organları, kendi anayasası, kendi seçimleri var, ülkenin başkanı tabii çok önemli ama bir Amerikalının gündelik yaşamı üzerinden bakarsan her şey demek değil. Örneğin eyaletinde idam cezası uygulanıp uygulanmayacağına Amerikan başkanı karar vermiyor.

Dolayısıyla tamam başkanlık sistemi otomatik olarak bir çoğunluk yaratıyor ama bu çoğunluğun gücünü dengeleyecek fren ve denge sistemleri de var.

Bu son nokta bizi son gerekçemize getiriyor.

Demokrasi anlayışı.

Başta bahsettim bugün Türkiye’yi yöneten siyasi partinin elitlerinin/ yöneticilerinin demokrasi anlayışı çoğunlukçu popülist bir demokrasi anlayışı. Bu anlayış AKP’ye özgü değil, aslında demokrasi dünyaya yayıldıkça genişleyen bir eğilim. Bu anlayış temelde milli irade olarak da tarif edilen çoğunluğun iradesinin mutlaklaştırılması üzerine kurulu. Yürütme ise milli iradenin tecelli ettiği temel formdur. Dolayısıyla yürütmenin mutlak iradesi kurumlararası denge ve fren sisteminin üzerinde. Bu bugün bütün dünyada yükselen bir eğilim.  Yani çoğunlukçu popülizm çoğunlukçu demokrasinin kurumlarını onu denetleyecek ara kurumları devreden çıkararak benimseme eğiliminde.

Bu tarz bir eğilim ise siyasi ideolojisi ne olursa olsun, hangi taraftan gelirse gelsin, uzun dönemde özellikle Türkiye gibi derin toplumsal bölünmelere sahip olan ülkelerde istikrarı tehdit edici, dışlayıcı bir nitelikte.

Son olarak şunu ifade etmek istiyorum. Şimdi biz başkanlık sistemi tartışıyoruz ama bundan daha önce aslında bir nevi yarı-başkanlık sistemine geçmiş bulunduğumuzu ve bunun olası etkilerini tartışmamız gerekiyor. Biliyorsunuz artık cumhurbaşkanı seçimle gelecek. Halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı  Türkiye’nin siyasi olarak en meşru kişiliği olacaktır. Üstelik cumhurbaşkanı seçiminin iki turda bir kişi seçilmesi şeklinde olacağını düşünürseniz bu seçimin doğası gereği halkın yüzde ellisinden fazlasının desteğini almış muhtemelen tek lider olacaktır. Bu duruma bir de halen parlementer bir sisteme sahip olduğumuzu ve parlementer sistemde başbakanın sahip olduğu yetkileri ekleyin. Bu durum ister istemez bir tür çifte meşruiyet durumu yaratacaktır. Benim tahminim muhtemel cumhurbaşkanı seçilecek kişinin ülkenin en meşru siyasal kişiliği olduğu iddiasıyla davranacağı ve yasaların kendisine verdiği yetkiyi genişletmeye çalışacağı yönündedir. Bence bugün yaptığımız ve nereden çıktığını anlayamadığımız başkanlık tartışması da ilerde daha “gerçekçi” bir zeminde yapacağımız bu yetki genişletmesi tartışmasına bir hazırlık niteliğindedir.